7 Aralık 2020 Pazartesi

MİNİMALİZM ÜZERİNE

        Her alanda sadeleşmeyi içeren ve son zamanlarda sıkça adını duyduğumuz 1960'larda başlayarak günümüze kadar gelen bir sanat akımı minimalizm. Şimdilerde youtube'da, google'a yazdığınızda binlerce sitede, alanı taradığınızda pek çok kitapta adından ve felsefesinden nasıl minimalist yaşanacağından haberdar olabilirsiniz. 

        Bugünkü mevcut yaşamımızı düşündüğümüzde azın yetmediği sürekli büyüme içerisinde olan ve genişleyen bir ağ içerisindeyiz. Uzakların yakın olmasıyla sosyal ilişkilerimiz, arkadaşlıklarımız her geçen gün gelişiyor. Evimizdeki eşyalardan kendimize yer ve rahat hareket edecek alan aradığımız olmuştur. Yeni aldığımız kıyafeti dolapta asacak boş bir askı bulamazsak bu fazla kıyafetimiz olduğu anlamına mı gelir ya da yeni bir dolap almanın mı zamanı gelmiştir? Mutfaktaki dolapların az geldiği ve ek bir dolap için ustanın ölçü alması iyi bir fikir mi? 

        Minimalizm, yanımızda taşıdığımızdan çantadan evimize, dolaplarımıza, kıyafetlerimize ve hatta düşüncelerimize kadar etki eden bir felsefe. İlk etapta gözümüzün önünde duran fazlalıklardan, kıyafet dolabımızda bir yıldır ellemediğiniz kıyafetlerden uzaklaşarak başlıyoruz. Devamında e-posta kutusu ve hayatımızda bize yarardan çok zararı dokunan ve bizi olumsuz etkileyen arkadaşlıklara kadar gereksiz olan zihnimizi yoran her şeyden uzaklaşıyoruz. Hatta buna sosyal medya hesaplarını da ekleyebilirsiniz çünkü gün içerisinde orda kaybettiğimiz zamanı da geri kazanmak yararımıza olacaktır. 

        Şöyle düşünelim siz bir uçan balonsunuz ve sizi aşağı doğru çeken pek çok bağınız var. Gökyüzüne doğru yükselmek bunların bir kısmından kurtulmanıza bağlı. İşte minimalizm felsefesini anladığınızda bunların bir kısmından kurtuluyorsunuz.

        Bunla ilgili ne yapılacağını adım adım anlatan pek çok sayfa ve paylaşım var ben bu kısmını onlara bırakıyorum. Benim paylaşmak istediğim en önemli kısım bu işin bir şeyleri atıp kurtulmak ve işleri azaltmak kısmında takılmamanız gerektiği. Bir şeyleri atmak ya da gereksiz eşyalarını hayatımızdan uzaklaştırmaktan ziyade daha az satın alarak ve aldığımız şeylerin ihtiyaç olması ile ilgili kararlarımızda düşünelim. Hani bir reklam vardı almak istiyordu "Olmasa da olur "diyerek eğitime ayırıyordu o parayı. İşte biz olmasa da olur diyebiliyor muyuz, bence birinci adım bu? 

        Minimalizm dendiğinde kesinlikle pas geçmememiz gereken kısım düşüncelerde sadeleşme. Bu felsefe ile tanıştığımda kafamda milyon tane düşünce arasında kaybolmuştum. Her şeye yetişmeye çalışıp da hiç bir işi bitiremiyor yetişemiyor ve haliyle mutsuz oluyordum. Sırtımda kaç kişiyi taşıyordum, neden onlar sürekli etrafımdaydı? Çok iş yaptığım için mi zaman çabuk geçiyordu? Zamanı yönetemediğim için mi 24 saat yetmiyordu? 


           Benim temel ihtiyacım düşünce boyutunu anlayarak bu boyutuyla hayatımı yüklerinden kurtarmak ve zihnimde kendime yer açmaktı. Temelde yapmamız gereken var olan gereksizlerden kurtulurken mevcut olanları da düzenleyerek göz önünde değil ama el altında bulundurmak. 

        Bu noktada ben imajinasyon yaptım. Bildiğimiz şekliyle, canlandırma. Bir nehir hayal ettim, bu nehir benden fazlalıklarımı yüklerimi alıp götürmekle görevli. Olmadı, bitmedi, yetmedi, artmadı... hepsini onunla birlikte gönderiyorum. Kendime yer açıyorum, varlığımı olumlu duygularla dolduruyorum. Yatarken yarınki işlerimi değil bugün iyi ve huzurlu bir gün geçirdiğimi düşünüyorum. Başkalarının seçimlerine saygı duyuyorum ve ben dünya için güzel bir şey yapmak istiyorsam önce kendime güzellikler ekliyorum. Mutsuz olduğumda bir kedi seviyorum onun karnını doyuruyorum ve onun mutluluğunu paylaşıyorum. Başım ağrıyorsa yeşile ve doğaya bakıyorum ve onlardan canlı bir enerji alıyorum. (Bunu kesinlikle deneyin, yeşille ve canlı bitkilerle uyumlanma ve enerji paylaşımı mümkün.)


        Biz yaşadığımız çevreyi sürekli kendimize göre ayarlıyoruz onun bize uymasını ve konforumuzu düşünüyoruz. Tam tersini yapalım. Biz doğanın ve çevremizin içerisine uyumlanmaya çalışalım. Dünyada mevcut olan bir enerji akımı, doğanın bir dengesi var. Onun tersine kürek çekmek sürekli biriktirmek çoğaltmak ve kalabalığın arasında kaybolmak değil birey olabilmek ve özgün kalmak için uğraşalım.

       İşin açıkçası en başta, merak edip biraz araştırdığımda bazı youtube yayınlarındaki sadeleşmeyi izlemek pek de içimi açmadı, zira bizler kültürümüz gereği kalabalık yaşayan insanlarız. Kendi ailemiz dört kişiyken bir kaç aile bir araya geldiğimizde oturduğumuz alandan mutfakta kullandığımız malzemelere kadar her şeyin büyüğüne ve fazlasına ihtiyaç duyuyoruz ve böylece dolapların köşelerinde kalmış tabaklar evde kenarda kullanılmayan sandalye ve minderler ihtiyaç haline geliyor birden. O yüzden ben bugünkü hayatıma 1.Düşünce boyutuyla 2.Satın alma ve ihtiyaç boyutuyla 3. Zaman boyutuyla sadeleşme yapmayı seçtim.

        Burada başlarken de aynı şey yapılabilir benim minimazlime-sadeleşmeye ihtiyacım var mı? Belki de maximalizm de güzeldir ve bu da bir tercihtir.



4 Aralık 2020 Cuma

KAFES



Ben artık hiç bir zaman uçamayacak bir kuşum. 
Gökyüzüne sevdayla uçardım. 
Bulutları ve maviyi doyasıya kucaklardım. 
Sonra kanatlarımdan birine sevda diye bir taş değdi kırıldı. 
Tuttum kırık kanadıma rağmen gökyüzüne baktım,
öyle cok baktım öyle cok özledim ki maviyi, 
gönlüme bir taş sırtıma dünya yükü oturdu. 
Beni alıp bir kafese koydular. 
Beni korumaktı niyetleri, 
sırtımda dünya yükü etrafimda kafes, küstüm.
Birgün kafesin kapısı açıldı. 
Uçamazsın demişlerdi, uçamadım. 
Ben yüreğimi göğüs kafesimde öldürdüm. 
Gökyüzünü bir kere sevdim, 
ona bir daha uçamayınca öldüm.
...
İnsan etrafında örülü duvarları aşmak için umuda sarılır. 
Benim artık umudum kalmadı.
Dışıma ördüğünüz  duvarları unuttum. 
Ben içime kaleler inşa ediyorum. 
Tekrar dışarıya çıkmamak için  

beni bulmasınlar diye...

2 Aralık 2020 Çarşamba

KAF DAĞI'NIN ARDINDAN

    


    Çok yol yürümüşüm, döndüm arkama baktım ve gördüm ki son bıraktığım yerden çıkmış Kaf Dağına varmışım. Kaf Dağı ya işte kimsenin nerde olduğunu bilmediği gibi ben de nerde olduğumu bilmiyorum. Bilmemeyi tercih ediyor da olabilirim, buradaki yalnızlığıma ortak aramadığımdan sebep olsa gerek.

    Neredesin diye soranlara yine de diyebilirim ki, Kaf Dağı'nın ardındayım. 

    Buraya bir şeyler yazmayalı paylaşmayalı neredeyse 5 yıl olmuş olsa da yazıyla olan serüvenim hiç bitmedi ve en sonunda hayal ettiğim gibi bir kitap olarak 2020 yılında elime almayı başardım. Öyle birden oldu ve yazıverdim ki yıllardır sanki yazmak için toplamışım da kalemin ucundan satırlara ve oradan da bir bilgisayarın ekranına düşüverdi kelimeler. 

    Neden yazdım, ne yazdım diye merak ederseniz şöyle anlatabilirim. Elimde bir kase vardı yağmur yağmaya başladığında kaseyi yağmura tuttum işte o kasenin içine dolanlardı yazdıklarım. Şimdi  ne zaman yağmur yağsa gözümü kapayıp sırtımı dönmeyi değil yağmura koşmayı istiyorum, tıpkı şimdi olduğu gibi. 

    İlk kitabım ilk heyecanım her zaman burnumun ucunda taze kokladığım çiçekten kalan toz gibi beni mutlu edecek ve belki de ilerde gençliğimin heyecanı acemiliği diyeceğim ilk eserim HAKEME KIRMIZI KART, Gece Kitaplığı yayınevinden Haziran 2020 de çıktı. 

    Bir genç kızla genç bir adamın tanışmasıyla başlıyor ve onların beraberliklerinin hikayesini kızın cümleleriyle dinliyoruz. Aslında kızın, oğlana anlatamadığı aşkını ona kendini inandıramayışını okuyoruz. "Kader miydi onları karşılaştıran peki ya ayıran neydi?" Kitabın sonuna geldiğimizde bütün olay örgüsü ve kurgu başa dönüyor, tır şoförüyle olan kazaya. 

    Kazanın sonucu aslında hepimizi bir yerde ilgilendiriyor. Çünkü bu hepimizin başına gelebilecek bir kaza ve ben anlattığım bu kazayı yaşamış biri olarak aktardım. Kitabın başında anlattığım kaza benim yaşadığım bir olayın tanığı olarak yazdıklarım ve bu kitabı yazmamdaki dönüm noktası da zaten oydu.  Hayata dair söz verdiğim her şey ve eksik bıraktıklarım, hayallerim, planlarım olduğunu anladım. Hepimizi ilgilendiren kısmı da burası. Hayat bize; "Dur burada yol bitti, zaman doldu!" dediğinde arkamıza dönüp bakamayacağız o noktaya vardığımızda keşke dememek, iyi ki demek için önemli bir adım attım. 

    Pencereden dışarı baktım, küstüğüm hayat dışarda canlı bir şekilde akmaya devam ediyordu. Bir söz vardı bunu Ağrı'daki ev sahibimden duymuştum. Tavşan dağa küsmüş dağın haberi olmamış. Ben hayata, önüme çıkan engellere, kaybettiğim oyuncaklarıma öyle çok üzülmüştüm ve küsmüştüm ki ama o bunun farkında bile değildi. Pencereyi açtım ve oradan hayatın içine tekrar katıldım.  Ben hayatın sınırlarında çok dolaştım ve bugün öğrendiğim en önemli kelime iyi ki...

İyi ki 

            bir kitap yazdım.

İyi ki     

            çok sevdim.

İyi ki

            kendime ait değerlerim ve kendimce çizdiğim bir yolum var. Araştırmayı kendimce çizdiğim yolda ilerlemeyi seviyorum ve doğrunun tek olmadığını biliyorum. Her birimiz farklı yollara ve farklı içsel mekanlara sahibiz. Ben de sizinle bence'sini benim penceremden olan kısmını biraz burada blogumla biraz da yeni kitabımda farklı hikayelerle paylaşmaya devam edeceğim. 

Takipte kalın.

Kitabımı okumayı unutmayın. Her kitap onu yazan kişiyle bir buluşmadır. 

"Verba volant, scripta manent"


4 Ağustos 2014 Pazartesi

Üniversiteden Sonra


1 yıl geldi geçti, iyisiyle kötüsüyle. Sanki bir yıl için uyudum da yaşadığım her şey bir rüyaydı ve şimdi uyanma zamanı. Hareketli geçen üniversitenin son yıllarından sonra köyde geçirdiğim bir yıl inzivaya çekilmişim gibi hissettirdi bana. Zaman zaman çok sıkılıp başım alıp nere gidem dedirtti, ama yine çömdük olduğumuz yere.

Uzun bir tatil, kitap okumak için bolca zaman,5 yıldan sonra zeytin toplama zamanında evde olmak, ilk iş deneyimi, ilk istifa dilekçesi, ilk öğrencilerim-canlarım benim, mini mini kedilerim, odam, tavandaki farelerim-kış boyu sağolmasınlar uykularımı böldüler, arkadaşlarla müthiş eğlenceli gezilerimiz, elişlerim, kpss kitaplarım, mutfakla aramızdaki soğukluk... ne yılmış beee. Ben de çok boş geçti diye hayıflanıyordum bir de.

Hangi cesaret blok yazmaya başladım bilmem, blokları okumak hoşuma gittiğindendir sanırım hadi bir de ben yazayım dedim. Ne hakkında yazacağım diye düşünüce ortaya karışık olsun dedim. Mutfakla aramı ısıtmaya çalışıcam, beceremediğimden değil de annem gibi ustanın yanında insanın eli ayağına dolaşıyor, her şey mükemmel olsun istiyor. Annemin, anneannemden tam puan aldığı iftar sofrasından sonra daha benim çoooook fırın ekmek yapmam lazım dedim kendime. Yani durum o ki, Adana ve özellikle Ege mutfağından tariflerim olur.
Kitap okumayı seven biri olarak kitaplardan bahsetmezsem herhalde çatlarım. Son zamanlarda şiirlere sardım. Özellikle Cemal Süreyya. Kitap hediyeleri kabul edilir. Oğuz Atay dan Tutunamayanlar yarım sanırım onunla devam edicem. Ne tür kitaplar okuduğumu ben de anlamıyorum. Öyle karışık okuma zevkim var ki polisiye, tasavvuf, şiir, varoluşçu ...

El işlerinden ne kadar bahsederim bilmem, önce örgü şişlerini aldım elime derken, tığ oyası yaptım sonra da iğne oyası öğrenecektim ama bilen öğretecek kimse bulamadım. sanırım yakında kanevice tarzı birşeye başlarım. Bugün bir blokta gördüm bayıldım. Dantelden bahsetmiyorum bile olmazsa olmazı onu zaten hepsiyle birlikte götürüyorum.

Belki de tüm bunlar bir iyileşme ve yenilenme sürecinin parçalarıydı. Son zamanlarda bir değişim sürecinin içerisinde olduğumun farkındayım. Kendime dair yaptığım işleri beğenirken beslediğim kibrimin ve kendimi beğenmişliğin farkındalığının yanı sıra davranış ve eylemlerimin de sorumluluğunu almanın gururunu taşıyorum. Keşkelere bırakmadan dünü iyi ki diyerek bazen ders alarak, çoğu zaman beni ben yapanın bu olduğunun farkındalığıyla büyüyorum. Her ne kadar evden uçuşa geçmeye hazır olsam da öğreniyorum ve daha hayata dair öğrenecek çok şeyim olduğunu biliyorum. Bolca saçmaladıktan sonra diyorum ki en sonunda:

"Biz napıyoz la bu hayatta"
                                       Behzat Ç.

24 Ekim 2013 Perşembe

Dr. Watson Gibi

Neredeyse depresyondayım sözü içime yer edip kök salacaktı ki kendimi silkelemem gerektiğini anladım. Ev işlerine sarayım biraz dedim; bir akşam önümde sarma tenceresi ve bir kilo pirinçle buldum kendimi tv başında. Oturdum bütün akşam yaprak sardım. Sonraki akşam abur-cuburları yığdım önüme, derken sonraki akşam da öyle. Obez olup da evin dar kapısından dışarı çıkamazsan görürsün sen dedim kendime ve yemekle de vakit geçmeyeceğini anladım. 
Aklıma filmlerden bir sahne geldi. Dizi halinde çekilen Sherlock Holmes filminde Dr. Watson a psikiyatristi bir blog yazmasını önermişti. http://www.johnwatsonblog.co.uk/ Blogda ilk gün yazdığı şey "Nothing" . Hayat bu hep aynı gidecek değil ya özellikle bir dizi senaryosundaysanız. Bir maceradır başlıyor ve blog yazmaya başlayan Dr. Watson devam da ediyor. Kendisinin tahmin edemeyeceği bir izleyici kitlesiyle karşılaşıyor ve hayatı çok farklı bir seyirle devam ediyor. Çünkü yeni bir dostu var Sherlock Holmes ün ta kendisi.
Dizinin bir sezonda 3 bölüm vermesi benim ilgimi çeken ilginç bir durumdu. İlk iki sezonu takip edenler 3. sezonun da yayınlanmak üzere olduğunu biliyorlardır. 2. sezon sonu izleyenleri şaşırtan bir sonla bitti. Ne yani öldü mü derken sapasağlam karşımızda görmek "Ama nasıl olur?" sorusunu akıllarda bıraktı. Sırf bu sorunun cevabı için bile izlenir. Her durumdan akla yatan bir cevapla çıkması bakalım bunun içinde nasıl bir cevap verecek dedirtiyor. Diziyi, bölümlerini, konuları neredeyse unutmuşum. Aklımda dolanıp bakarken hatırladığım şeylerden en önemlisinin bu final olduğunu farkettim. 
Bu dizide Dr. Watson karakteri benim için parlayan, göze çarpan karakter. Beni bu karakterde etkileyen durumlardan biri de dizinin başında taşıdığı bastonu bir bakıyorsunuz yok olmuş. 
Hayat bizleri bir şekilde yaralayıp tekrar vahşi doğaya-topluma salıveriyor. Yaralarımız bizim zayıf noktamız ta ki gelip biri onu sarıncaya kadar ya da yeniden ayağa kalkmamıza yardım edinceye kadar. Koşarken düşen bir çocuk gibi ellerimiz dizlerimizde ağlayarak kalkarız ama dizlerimiz kabuk bağlayana kadar ve çoğu zaman da kabuklarını atana kadar canımız yanar. Yara izlerine bakar ve hatırlarız, ne kötü düşmüştüm bee geçti der bir ah geçiririz. 
Annemin dediği gibi "Unutursun, unutursun. Gün olur hiç aklına bile gelmez." Umarım unuturuz. Unutturacak bir macerada buluruz kendimizi, Dr. Watson gibi.